Yaşam

Ripley: Suça yatkın çalkantılı bir yaşam

Polisiye edebiyat ustası Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan ‘Ripley’, Netflix ekranlarında seyirciyle buluştu. Seri anlatıda ilk romanının uyarlamasını ve yönetimini Steven Zaillian üstlenirken Tom Ripley rolünde Andrew Scott’ı izliyoruz. Johnny Flynn ile Dakota Fanning ise başrolleri paylaşan diğer isimler.

NEW YORK’TAN ATRANİ’YE YETENEK TRANSFERİ

Diziyi incelemeye geçmeden hikayeyi özet geçelim ve “Kimdir bu Ripley, ne yapar ne eder?” kısaca analım.

Ripley (Andrew Scott), New Yorklu bir dolandırıcıdır. Kalpazanlık, sahte evrak düzenleme gibi işler görmekte, kanunsuz ne kadar iş varsa becermektedir. Uygunsuz durumlardan uygunsuz kazançlar sağlayarak geçinen Ripley, kötü bir şöhrete kavuşmuştur. Dottie Teyze’sinden başka kimsesi olmayan genç adam, polisten kaçtığı sıra bir fırsatla karşılaşır. Zengin bir aile Ripley’i Avrupa’ya göndermek ister. Ailenin Ripley’den ricası oğulları Richard’ı Amerika’ya dönmeye ikna etmesidir. Bütün masraflar karşılanacaktır. Aile Ripley’i oğullarının üniversiteden arkadaşı zannetse de gerçek farklıdır. İki gencin yolu alelade bir partide kesişmiş ancak birbirleriyle hiç karşılaşmamışlardır.

Ripley, İtalya’ya varıp bir Napoli kasabası olan Atrani’de Greenleaf’i bulur fakat pabuç pahalıdır! Yakın arkadaşlarının “Dickie” diye çağırdığı Richard’ın (Johnny Flynn) dönmeye niyeti yoktur. Sevgilisi Marge (Dakota Fanning) ile resim yaparak, gezerek günlerini geçirmekte, ailesinin sağladığı fonla iyi bir hayat sürmektedir. Buradaki zengin dostları sayesinde zaman zaman partilere çağrılan, dilediğince gezebilen Dickie kendi dünyasında mutludur. Annesiz babasız büyüyen Ripley ise çok geçmeden bu yaşama karşı içten içe kıskançlık duymaya başlar. Ripley’in kriminal yetenekleri ve yeni bir hayat arzusu onu olmadık işlere bulaştırır.

BİR ÇAĞ KAHRAMANI RIPLEY: YETENEKLİ VE ÖFKELİ!

Dizisine değinmeden, Ripley’i daha derinlemesine tanımakta fayda var. Highsmith henüz otuzlu yaşlarının başında yaratmış Ripley’i ve yine en meşhuru Hitchcock’a ait olmak üzere birçok kez uyarlanan ‘Trendeki Yabancılar’ın yankısı sürerken yayımlamış. Ripley için yazarın imza kahramanı diyebiliriz. Birçok polisiye yazarın aksine kahramanını katiller arasından seçen Highsmith ortalama bir dedektifle yetinmiş ve suç anlatısı kurmayı yeğlemiş. Bu anlamda Ripley serisi psikolojik bakımdan (neredeyse ‘Trendeki Yabancılar’ kadar) güçlü bir anlatı ve anti kahramanın cazibesine dayanmakta. Yazarın suçu estetize etmeyip suça gebe koşulları tüm ayrıntılarına değin canlandıran o gerçekçi ve ruhsal derinlikli tarzı atmosferi koyulturken gerilimi de temellendiriyor. Ripley’i suça iten yetişme dönemi ve çocukluk travmaları hakkında fikir sahibi oluyoruz.

Ripley, kişiliğini meydana getiren suça yatkınlığı, cinayet işlemeye varan hırsı ve dolandırıcı vasfı dışında tam bir macera insanı! Aynı zamanda çağının insanı… Bu yönüyle 20. yüzyıl çürümesine, savaşlar sonrası amaçsızlığına ve siyasi yıkımına ayna tutmakta… Lermontov’un Peçorin’i nasıl 19. yüzyıl arayışını yine bir anti kahraman kimliği üzerinden yansıtıyorsa Highsmith’in Ripley’i de döneminin ideal macerasını silik bir tipin zayıf planları vasıtasıyla ete kemiğe bürüyor. Ripley savaştan kârlı çıkan Amerika’dan çıkagelip çürümüş Avrupa’nın bağrına bir bıçak gibi saplanırken kıtalar arası siyasi rekabetin zaaflarını da gözler önüne seriyor. Ripley’in bir şekilde paçayı sıyırması, genellikle tembel dedektifleri ve duygusal resepsiyonistleriyle betimlenmiş Avrupa’nın, Amerika önündeki zayıflığına işaret ederken anlatının bağlandığı nokta ise Amerikalı zenginlerin ve onlara çalışanların akıl yürütmedeki yavanlıklarını ortaya koyuyor. Bir anlamda Ripley Batı’nın eksiklerini her iki kıta vesilesiyle teşhir eden bir kahramana dönüşüyor.

Ripley, Batı’yı teşhir eden bu türden üstün(!) yeteneklerinin yanı sıra öfkeli bir karakter ki burada da sınıfsal bir öfkeden söz edebiliriz. Ancak Ripley bazı tanıtımlarda kültürlü olarak anılsa da kesinlikle lümpen bir karakter! Sanata ilgisi kimliğini öykünerek inşa etme çabasından kaynaklanıyor. Bilinçten yoksun, güdüleriyle hareket eden, öfkesinin kökenine dair sezgisel çıkarımlardan dahi uzak duran biri Ripley. Böyle de olmak zorunda! Böyle olmasa sosyopat eylemlerin üstesinden gelemez. Duygularını anlamaya çalışsa, bastırmak zorunda kaldığı cinsel yönelimi dâhil olmak üzere hangi toplumsal çatışmalardan geçtiğini ayırt etse bu denli rahat suç işlemeyebilir. Dahası “başkası olmaya” duyduğu arzuyu deştiği takdirde yaşamını inşa ettiği saplantıları boşa düşer ve kendisiyle yüzleşme tehlikesi belirir. Ripley öfkesini dozunda tutuyor ve bir şeyleri evvela kendisinden saklayarak yaşamaya çalışıyor. Önüne engeller çıktıkça da gözünü karartıyor, yıkıp geçiyor.

ZAILLIAN’IN RIPLEY’İ

Zaillian Ripley’i çizgisinden taşırmayarak ele almış ve olayları 6 yıl öteye atmanın dışında dramatik bir değişikliğe başvurmamış. Yorumunu görselden yana katan yönetmen hikayeyi filme alırken satırların derinliğini yakalamaya çalışmış ve genellikle Ripley’in gölgesi gibi hareket etmiş. Bu bakımdan Ripley, Tom’un çatıştığı tüm karakterleri oldukça yüzeysel tutuyor. Dickie kendini beğenmiş bir züppe, Marge ilgisini karşılık arayan bir aklı evvel, Ravini ise alık değilse de parlak sayılmayacak bir dedektif olarak çiziliyor. Dahası kitapta hissedilen “Amerikan Express” vurgusu, diğer bir deyişle Amerikalıların safahat diyarındaki sorumsuz eylemleri, vurdumduymaz polis teşkilatıyla hissediliyor. “Eski düşman” İngilizler, İtalya’da pek sevilmezken Amerikalılara sıcak bakılıyor.

Zaillian Ripley’in kişiliğini de çok iyi yansıtmış ve kararsızlık anlarındaki hareketlerini başarıyla aktarmış. Karakterin tereddüdünü, suç işleme ikirciğinden sıyırarak duygusal açmazlarının uzantısına dönüştürmüş. Ripley’in cahil cesaretini “maceracı” ruhuna ulamış ve yıkıcı bir silsile elde etmiş. Tom duvarları yıkarak ilerlerken ardında cesetler ve şans eseri aşılmış engeller bırakıyor.

GÖRÜNTÜLERİ VE MEKANLARI İLE RIPLEY

Ripley güçlü hikayesinin ve uyarlamadaki titizliğinin yanı sıra görüntüleriyle de dikkat çekiyor. Baştan sona siyah beyaz çekilen dizide bu tercihin meyveleri toplanıyor. Açıların yanı sıra yüzün de bir anlam kazandığı çekimlerde zaman zaman varlığını hissettiren düşük tempo derin görüntülerle aşılıyor.

Napoli’den San Remo’ya, Roma’dan Venedik’e İtalya baştan başa dolaşılırken bu kentlerin tarihî dokusu ve kültürel atmosferi kartpostal güzelliğinde önümüze seriliyor. Mekan seçimleri kentleri karakterize ediyor ve her birine bir vasıf kazandırıyor. Atrani taş mimarisiyle öne çıkarken Ripley’e Dickie’nin evini dikiz fırsatı veren bitip tükenmez merdivenleri ile anlatıya katılıyor. Ayrıca postane, nevi şahsına münhasır memuruyla birlikte dizide önemli bir bağlaç vazifesi görüyor.

Sayfiye imajını sırtlayan Atrani’ye karşın Roma modern bir şehir görüntüsü vermekte. Apartmanları, meydanı ve antik kalıntılarıyla suça âdeta zemin hazırlıyor. Bu iki şehri tamamlayıp finali getiren şehir ise İtalya ile özdeşlemiş yerleşimlerden Venedik. Kanalın hemen kenarındaki lüks meskeniyle Tom ülkenin her karışında kişiliğini besleyen, kararlarını pekiştiren gezintisini görkemli bir biçimde noktalıyor.

Tabii kentlerin ruhu ve meskenlerin evrimi dışında sınırsız mekânlar da söz konusu… Garlar, kara yolları ve deniz… Napoli’den Atrani’ye deniz boyunca uzanan, uçurum kenarlarını takip eden kara yolculukları şoförün maharetiyle her defasında kazasız belasız atlatılırken bu seyir, kahramanın iç dünyasıyla örtüşüyor. Bıçak sırtı eylemlerin verdiği güvensizlikle burada yaşanan güvensizliği aynı terazide tartabiliriz. Şoförün vites kolunu itip çektiği mekanik eylemi her defasında görmemizi ise Tom’un çekincelerine yormak mümkün. Ancak kahraman o yol boyu gide gele bu korkularını aşarken kültürel bağlamda da güçleniyor, alışıyor ve uyum sağlıyor. Tom’un gelişimini garlardan takip ediyoruz. Kendisini Napoli’de, gar çıkışında dolandıran adama, ikinci görüşünde yüz vermeyip üçüncü karşılaşmada küfretmesi Tom’un sadece cinayet işlemeye değil İtalya’ya da alıştığını dahası sosyal bir bağışıklık kazandığını göstermekte. Garlar ve tren kompartımanları aynı zamanda firarların adresi… Altı bilet alınıp kapatılan kompartımanda Tom kimseye bulaşmadan yolculuk ederek karşısına çıkan zorlukları nasıl aşacağını tasarlıyor. Bazen de korkulara kapılıyor, kabuslar görüyor.

Sandal sahnesine ayrı bir parantez açmalı. René Clément’in 1960 tarihli uyarlamasında (Plein Soleil) ilk cinayetin gerçekleştiği deniz sahnesi bir yelkenliye taşınmıştı. Dizide ise romana sadık kalınıyor ve motorlu bir teknede tam anlamıyla bir ölüm kalım mücadelesine yer veriliyor. Dickie’yi kürekle öldürdükten sonra dengesini kaybedip suya düşen Tom’un başına aldığı iki ağır darbeye rağmen bilinç kaybı yaşamaması pek gerçekçi durmuyor şüphesiz fakat bu sahnede karakterin kararlılığını dışa vuran ayrıntılar izliyoruz. Çakmağın cılız ateşi ile halatı koparamayacağını kavrayan Tom sandaldaki benzin bidonuna yelteniyor. Böylece salt cinayet esnasında değil sonrasında da soğukkanlılığa tanık oluyoruz.

DİZİDE DRAMATİK YAPI VE OYUNCULUKLAR ÜZERİNE

Ortalama bir saat süren 8 bölüme sahip ‘Ripley’, yavaş açılıp belli bir tempoya erdikten sonra hiç bitmesin dedirten yapımlardan. Romanı okuyanlar için sürpriz içermese de merak uyandıran kahramanıyla seyirciyi sürekli uyanık tutmaya zorluyor. Zaillian ilkin uykuyu kaçırıyor ardından kahramanla birlikte ölçülü bir maceraya sürüklüyor seyirciyi.

Diziyi üç ana kısma ayırabiliriz. İlk kısım Tom’un Atrani’ye varıp Dickie ile Marge’ın yaşamına sızması, baba Greenleaf tarafından gönderildiğini söylese de esas niyetini haftalarca saklaması ve nihayet bir teknede Dickie’nin cinayete kurban gitmesi…

İkinci kısım Dickie’nin yerine geçen Tom’un Freddie Miles (Elliot Sumner) ve müfettiş Ravini tarafından sınanması. Üçüncü kısım ise Venedik’e çekilen kahramanımızın kendinden emin tavrı ile sağı solu kandırmayı sürdürmesi, bir başka kriminal karakter (John Malkovich’in canlandırdığı Reeves) sayesinde yeni bir kimlik edinip yeniden Avrupa yollarına düşmesi. Yönetmen bu kısımlar arası son derece yumuşak bir geçiş sağlarken sarkmaların önüne geçmiş ve hiçbir karakteri haddinden fazla tutmamış anlatıda.

Peki, Andrew Scott için ne demeli? ‘Sherlock’ dizisinde dedektifin baş düşmanı Moriarty rolünde parlak bir kötü adam performansı sergileyen Scott Ripley’de de döktürüyor. Rolden yaklaşık yirmi yıl yaşlı olmasına karşın inandırıcılık noktasında sıkıntı yaşatmayan Scott, çok derinlere inmeyen, sığ bakışlarına derin anlamlar yükleyen, kısa monologlarında karakterinin altını çizen bir oyunculuk sergiliyor. Kusurlu yüzü, can sıkıcı bakışları, yer yer pişkin tavırları ve kararsızlık sahnelerinde duyguyu ustaca aştığı jestleriyle Scott, sosyopat Ripley için biçilmiş kaftan… Kendini ünlü ressam Caravaggio ile özdeşleştiren Tom Ripley, onun tablolarındaki duygu durumu taklit ederken Scott da bu motivasyonu dört dörtlük aktarıyor ve değişimlere ayak uyduruyor. Tabii daha genç bir Ripley tercih edilebilirdi.

Johnny Flynn’ı da kitaptaki Dickie karakterine yakın bir performansla izliyoruz. Yakışıklı, zengin ve şımarık… Bu vasıfları birleşince çevresine kör olmuş, kim dost kim düşman ayırt edemez hâlde. Harekete geçmek istediğindeyse geç kalıyor. Dakota Fanning ise siyah beyaz çekimlerin etkisiyle biraz donuk bir görüntü vermiş ki bu elbette bilinçli bir tercih… Fanning de Flynn gibi “kararsız Amerikalı” kompozisyonunda başarılı. Freddie Miles rolünde Elliot Sumner ise karaktere yeni bir yorum katmış. Sumner biraz daha agresif bir Miles çiziyor.

**

‘Ripley’, usturuplu açılan, açıldı mı “bitmesin” dedirten, görüntü yönetiminden uyarlamadaki özene her bakımdan düşünülmüş bir yapım. Highsmith tarzı “suçlu gözünden polisiye” severleri fazlasıyla hoşnut edecek dizi genel seyirciye de sıkı bir tempo, ayıklanmış bir olay örgüsü ve İtalya’dan hoş kartpostallar sunuyor. İzleyin, pişman olmazsınız!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu